9 Haziran 2008 Pazartesi

Emin Aga

Bunun bir şaka olduğundan kuşkusu yoktu.
Yine de kımıldamaya korkuyordu…
Göbeğine dayanan silah kazayla ateş alabilirdi.
“Kendine gel körün oğlu, şeytan doldurur” diye uyardı hasmını…
"Anama küfür etmişsin. Vuracağım seni" diye üsteledi Şakir.
Emin Aga, bir iftiraya kurban gittiğini düşündü.
Bunu nasıl anlatabilirdi.
Hayatı pahasına da olsa onun yalan yere yemin etmeyeceğine herkes inanırdı….
“Vallahi yapmadım” diye suçsuzluğunu kanıtlamaya çalıştı.
Şakir’in kaşları daha da çatıldı:
“Delikanlı ol. Arkamdan konuşup, karşı karşıya gelince inkar ediyorsun” diye çıkıştı…
Sonra da silahını ateşledi…
"Gümmm!" diye bir ses duyuldu önce, sonra Emin Aga'nın dağ gibi gövdesi yere yuvarlandı...
Dini bütün bir insanın son nefesinde Kelime-i Şehadet getirmesi beklenirdi...
Öyle yapmadı;
"Şimdi ananı ......" diye ağız dolusu bir küfür savurdu.
Mahallenin delikanlıları gülmekten yerlere serildiler.
O zaman bunun şaka olduğunun farkına vardı. Şakir sadece barut dolu fişeği patlatmıştı...
İşte böyle nam salmıştı Emin Aga...
Trabzon'dan Samsun'daki yeğenlerinin yanına gelip yerleştiğinde, onun için her yerde bu hikaye anlatılır, sonra da kahkahalar ortalığı çınlatırdı.
Büyüklerin sohbetlerine kulak kabartan bizler, hikayenin ne anlama geldiğini kavrayamasak da bu komik adamın çocuklar için bulunmaz bir eğlence olduğunu düşünürdük.
Ama o, geldiği günden itibaren eve kapandı. Herkes ziyaretine gidiyor o bir türlü dışarı çıkmıyordu. Bütün kış böyle geçti.
Yaz geldiğinde Emin Aga için inziva dönemi bitti.
Yan gelip yatmak, hazır yiyici olmak ona göre değildi.
Yeğenlerinin ineklerini meraya götürüp otlatmak, yapabileceği en uygun işti…
Akşamları dönerken de ormandan bir dal omuzlayıp, yakacak ihtiyacına katkıda bulunurdu.
Biz de okulun bahçesinde toplanıp onun ağır ağır ilerleyişini meraklı gözlerle izlerdik.
Yürürken bir kaplumbağa kadar sakin ve telaşsızdı.
Yaşamında asla aceleye yer yoktu. Yelkovan gibi hareket eden insanların yanında o akrep kadar durgun görünürdü…
İnekleri komşunun bahçesine zarar verdiğinde bile bir adım fazla atmazdı.
Kaç yaşında olduğu konusunda rivayetler muhtelifti...
Ona sorulduğunda da birçok yaşlı insan gibi, "İkinci Cihan Harbi başladığında askere gitmemiştim..." diye başlayan uzun bir izahata girişir, meseleyi çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştürürdü.
Başındaki fesi de sadece abdest alırken çıkarırdı. Kırlaşmış sakalları çenesinin ucuna doğru sivrilirdi.
Siyah şalvarın üstüne kareli gömlek ve yelek giyinirdi.
Hiç değişmediği elbiseleri sürekli temiz olurdu.
Bunu nasıl başardığı konusunda mahallenin kadınları hayli kafa yorar, “gece yıkayıp kuruttuğu' fikrinde birleşirlerdi.
Bizler de bu soğuk bakışlı adamın büyüklerin anlattığı gibi eğlenceli olmadığını kısa zamanda anlamıştık.
Ama düşmanlık üzerine eğlenceli oyunlar üretmekte de üzerimize yoktu.
İneklerini otlattığı meranın ortasındaki töngel ağacı en zayıf noktasıydı…
Dişleri olmadığı için tek kolay yiyebildiği meyve oydu. İyice olgunlaşmış töngelleri damaklarında ezerek yutmaya çalışırken ağzının sesini çok uzaklardan duyabilirdik.
İlk fırsatta o ağaca tırmanır meyvelerini silkelerdik. Yere düşen töngellerin birçoğunu hayvanlar yer, kenarda köşede kalanlar da toza toprağa bulanırdı.
Bu yüzden meyve döneminde öğlen saatlerini o ağacın altında namaz kılarak ya da uyuyarak geçirirdi.
Değirmen Armudu denen meyveler için de aramızda benzer bir mücadele yaşanırdı.
En çok yaptığımız bir başka yaramazlık da komşunun bahçesinin çitini açmaktı.
Ondan hızlı yürüyen inekler bahçeye girip zarar vermeye başladığında yaşadığı çaresizliği seyretmekten müthiş haz duyardık.
Bu bitmek bilmez haylazlıklarımıza rağmen ağzından tek bir kötü söz çıktığını duyan olmamıştı.
Çünkü o bütün hayatını din eğitimine ve iyi bir Müslüman gibi yaşamaya adamıştı. O yüzden en kızgın olduğu zamanlarda da sabretmeyi bilir, Yaradan’a sığınarak, "La havle..." çekip giderdi...
Hiç evlenmemiş hatta eline kadın eli değmemişti.
Mahallenin müftüsü gibi itibar görürdü.
Dini konularda fetvaları, kesin ve bağlayıcıydı.
Bir itilaf olduğunda toplumun en arka safından en öne geçme şansı bulurdu. Dini bilgisinin derinliğine duyduğu güven ve çevresindekilerin meraklı şekilde onu dinlemesinden aldığı hazla uzun uzun açıklamalara girişirdi.
Düşüncesi sorulmadığı zamanlar asla konuşmazdı.
Gençler ona “Alay kokan” bir saygı gösterirdi…
“Abi veya Ağa” yerine “Aga” diye hitap etmeleri bundandı…
Yeğenleri de Karadeniz’de olduğu gibi, "Emice" demez, göçmenler gibi "Emmi" sözcüğünü uygun görürlerdi...
Tam 4 kış 3 yaz geçirdi Emin Aga, mahallemizde. Ama eskisi gibi ne büyüklerin ne de çocukların ilgi odağı değildi. Yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki o sonbahar memleketine dönmeye karar verdi.
Hiç kimse gidişinin o derece büyük bir boşluk yaratacağını tahmin etmemişti…
Herkes saflığından, zararsızlığından, iyiliklerinden söz etmeye başladı…
Biz çocuklar da büyümüş, yaptıklarımızdan pişmanlık duyar olmuştuk…
Emin Aga geri döndüğünde büyük itibar görecekti…
Ama o gelmeden yürek yakan hikayesi geldi…
Sırra kadem basmıştı bir gün…
Arayan soran, peşine düşen olmamıştı.
Yayla’dan dönenler lastik ayakkabılarını bulmuştu abdest aldığı derenin kenarında…
Sonra da uçuruma yuvarlanan cesedini…
Namaz kılarken Emin Aga bırakmıştı kendini, ölümün kollarına…
Azrail ona son bir şaka yapmıştı…
Koskoca yaşamından geriye iki hikaye…
Bir de şu anlamsız soruyu bırakmıştı…
“Öldükten sonra mı düştü, düştükten sonra mı öldü”

Hiç yorum yok: