15 Haziran 2010 Salı

Oyuncak

Tepen her attığında
Duvara fırlattığın
Oyuncağın gibiyim
Sonunda kırılacağım
Kendimi düşünmüyorum
Oyuncaksız kalacaksın
Ona üzülüyorum…

4 Haziran 2010 Cuma

Göl'deki ben...

Bir derin gölsün sen daldım ruhuna.
Balık oldum, yosun oldum, taş oldum;
Bir yüce dağsın sen çıktım zirvene.
Rüzgar oldum, ağaç oldum, kuş oldum…

Çevreni süsleyen saz oldum bazen,
Vuslata çağıran söz oldum bazen,
Kıyında gezerken göz oldum bazen,
Gölge oldum, hayal oldum, düş oldum…

Çırpındım çırpındım duruldum şimdi.
Hasret kurşunuyla vuruldum şimdi.
Issız gecelere sarıldım şimdi.
Hüzün oldum, keder oldum, yaş oldum.

Sensiz yaşamakmış benim kaderim
Bağrıma taş basar çeker giderim
Hoşgör bazen sana sitem ederim
Baharı beklerken, kara kış oldum..

Bir bilsen (!) yokluğun zehirli hançer
Her ah'ta bağrımı ikiye biçer
Kara gündür sabret (!) bunlar da geçer
Yürek yangınıyla pişmiş aş oldum

30 Mayıs 2010 Pazar

Düş'müş!


Uykularım dikenli yataklara uzanmış
Yüreğime saplanmış kıymık misali efkar
Melekler bedenimi dipsiz kuyuya atmış
Şimdi sonsuz boşlukta, o hüzünlü çığlık var

Havada kalan elim, ruhumu yırtan pençe
Peşimden kovalayan, sinsi bir sırtlan gibi
Ayağım tökezleyip, uçuruma düşünce
Gırtlağıma dolanır, yağlı bir urgan gibi

Cevapsız sorulara esir ettim aklımı
Tılsımlı düğümlerin anahtarları nerde?
Sevda yoksullarına, verin benim hakkımı
En geriden gelenler, neden en ileride?

Dünya mı ters dönüyor, ben mi tersine döndüm?
Gittikçe uzaklaştım varacağım menzilden
Katledilen aşkları, toplu mezara gömdüm
Ölüm var, ayrılık var bir şey gelmiyor elden

İtilmiş

Köpek gibi sevdim seni
İt gibi yolunu gözledim
Nefes nefese sana sırnaşırken
Olacak şey mi sevgilim
Sen beni bir kenara it...

28 Mayıs 2010 Cuma

Şaşkın


Yorgunum çok yorgunum birtanem
"Gidiyorum" dedin ya "Kal" demeye mecalim yok.
İster git, ister kal; sen bilirsin.
Özlersen yine gelirsin...

Yorgunum deliksiz uykular gibi yorgunum
Var mıyım, yokmuyum bilmiyorum...
Sanki birimizden biri rüya...
Ölmüş de dirilmişim güya...

Yorgunum ölüler gibi yorgunum
Bütün hücrelerime sensizlik sinmiş...
Biliyorum yaşıyorum.
Nasıl yaşıyorum, şaşıyorum...


















27 Mayıs 2010 Perşembe

Hesapsız kitapsız (!)


Soğuk iklimlerde baharı bekler
Göllerde saz olmuş gurbet güzeli.
Ona hasret açar kırda çiçekler
Saçlarını okşar rüzgarın eli...

Yüzüne baktıkça yüreğim oynar
Bilirim, içinde volkanlar kaynar
Hem beni yandırır hem kendi yanar
O gurbeti vatan, seçti seçeli...

Yarama tuz bassan böyle sızlamaz
Pişmanlıklar sonsuz, teselliler az
Boşa koysan dolmaz dolu da almaz.
Bazen divaneyim, bazen zır deli...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Son arzum


Bir damla yağmur olup
Göğsüne düşmeliyim.
Teninde buharlaşıp
Kalbine girmeliyim...

Son nefes olmalısın...
İçime çekmeliyim.
Bir daha bırakmadan
Seninle ölmeliyim...

9 Mart 2010 Salı

O sevgiliye hasret...

“Yürek dağlayan Türkü” derlerdi. Akıl sır erdiremezdim.
Kalın taş duvarları olan evimizin pencerelerinin önündeki boşluklar raf gibi kullanılırdı.
İşte orada dururdu “Grundig” radyomuz.

Bir açıp kapama bir de istasyon arama düğmesi vardı.

Ama biz sadece birinci düğmeyi kullanırdık.

Çünkü TRT Ankara radyosundan başka kanal yoktu.
Saat 10:30’da ve akşam 16:30’da “Arkası Yarın”lar vardı. Akşam 18:00’de de
“Çocuk Bahçesi”
O zamanların dışında radyo babama aitti.

“Ajansları” dinlerken pili bitmesin diye sesini fazla açmazdı.
Ama Türküler başlayınca, tasarruf düşüncesi biterdi.

Hele “Yemen Türküsü” çıkınca son ses açılır, eve ağır bir matem havası çökerdi.

Babam da hüzünlü sesiyle eşlik ederdi…
“Ah o Yemen’dir, gülü çemendir, giden gelmiyor, acep nedendir”

Annemin başı omuzlarının üzerine düşerdi.

O daha çok dışa vururdu acılarını…
Çünkü Yemen’e giden 7 dayısının hiç biri geri dönmemişti.

Soğuk kış gecelerinde, onların hikayelerini dinlerken uyurdum dizlerinde.

İşte bugün ben de, annemin o ruh haline büründüm.

Muzaffer Akgün’ün yıllara meydan okuyan sesi “Yüreğimi dağladı”
“Harman yeri sürseler, uyy Sanemmm! Uyy Sanemmm!
Yerine gül ekseler, esmer gaday men alimmmmmm!”

Allak bullak olan ruhumun, hasret cehenneminde kavrulduğunu hissettim.

Harman yerlerine düştüm sonra…

Başaklar sararmaya başlayınca, çapalarla harmanın çimlerini yolduğumuz günlere gittim.

Toprağı sular, çıplak ayaklarımızla iyice çiğnerdik. Zemin ne kadar sert olursa tanelere de o kadar az toprak karışırdı.

Ekin desteleri bir bir çözülüp, harmana serilirdi. Bu “Harman Serme” işi de ayrı bir ustalık isterdi.

Bir destenin başakları öteki destenin saplarının üzerine gelmeliydi. Harmanın ortasında başlayan ekin serpme işi, gittikçe büyüyen halkalara dönüşür, iş bittiğinde açılmış bir güle benzerdi.

Büyükler hayvanların çektiği dövenin üzerine binerken, bize de bu ayrıcalığa sahip olmak için “Adam olma” hayalleri kurardık.

O sırada, “Hadi sen de gel” diyerek bizi dövenin üzerine aldıklarında ise bir daha inmek istemezdik.

O yüzden “Harman mevsimi” çocukluk coşkularımızın doruğa çıktığı zamanlardı.

Saplar iyice kırılıp, taneler başaklardan ayrıldığında döven dönme işi de biterdi.

Harmanın “Bittiğini” anlamak da ayrı bir uzmanlıktı.
Babam, “Tamam” işaretini verince hayvanlar boyunduruktan azat edilir, insanlar ise işin en hummalı bölümü için kolları sıvardı.

Yabalarla samanların kalınları samanlığa atılır, alttaki taneler de orta yere toplanırdı.

Anadolu’nun rüzgarlı yerlerinde taneler yele verilirdi ama bizde bu iş için yapılmış “Harman makinesı” kullanılırdı.

Çok gürültü çıkarttığından olsa gerek, o makine bana hep Don Kişot’un savaştığı yel değirmenlerini hatırlatırdı.

Makinenin başına harmanın en güçlü adamı geçerdi. Sağ taraftaki kolun çevrilmesiyle ortaya çıkan hareket, dişliler yardımıyla merkezindeki pervanelere aktarılırdı. Onların dönmesiyle oluşan rüzgar, eleklerin üzerinde zıplayan tanelerin arasındaki sapı, samanı dışarı fırlatırdı.

Zaman zaman yulaf tohumlarının tıkadığı elekler yerinden sökülüp, temizlenirdi.

Çöplerden arınan buğdaylar ince elekten geçerek makinenin ön bölümüne dökülürdü. Burada biriken taneleri öne çekme işi de genelde biz çocuklara verilirdi.
“Gelberi” denen bir sopanın tepesine çivilenmiş tahta parçasıyla yapardık bu işi.
O zamanlar “Gelberi yar gelberi” türküsünün de bu alet için söylendiğini sanırdım. Çünkü alnımızdan terler damlardı iş görürken..
Sıra harmandan elde edilen tanelerin ölçülüp, çuvallara doldurulmasına geldiğinde genelde yaz güneşi ufukta büyüleyici bir kızıllık bırakarak Nebiyan Dağı’nın arkasına süzülmüş olurdu.
Ekşi ayranlarla yanan yürekler ferahlarken, akşam rüzgarı ilahi bir nefes gibi terli bedenlerin yorgunluğunu alırdı.
Bir de “Harman Bereketli” olmuşsa yüzlerdeki tebessüm katmerlenirdi.
Yaklaşık bir hafta süren bu “Harman dönemi” büyükler için işkence, bizler için eğlenceydi.
Muzaffer Akgün, “Yürek dağlayan” türkünün son dörtlüğüne geçmişti.

“Harman yeri yaş yeri
Uy sanem uy sanem…
Yavaş yörü hoş yörü…”

Ben de gözlerimi kapadım…
Mehlika Sultan’ın peşine düştüm.
Yavaş ve hoş.. Ama bir başıma.

8 Ocak 2009 Perşembe

Dilenci

Gözgöze geldik...
Gülümsedim...
Çocuk yüreği bütün cömertliğiyle karşılık verdi...
Kirli yüzlerde tebessümün daha güzel durduğunu o zaman farkettim.
Sadaka için uzattığı minicik eli aslında şefkat dileniyordu...
Ne paranın kirinden ne dilenmenin utancından haberdardı...
Zaten dünyaya gelişini de ona soran olmamıştı.. Başkaları için varolmuştu, başkaları için yaşıyordu...
Sadece gülümsediği zaman kendi olmuştu, o zaman çocuk olmuştu...
Ben de çocuk oldum...
Cebimden bir teklik çıkartıp uzattım...
Parayı umursamadı, gözlerimdeki sevgiye göz koymuştu...
Bakışıyor, gülüşüyorduk... İsmini bile söyleyemeyecek kadar küçüktü...
Bütün sorularıma "annnn yatııyo!" diye cevap veriyordu...
Arkasındaki kirli battaniyenin içinde kımıldamadan uyuyan kadın, ölü gibiydi...
Çantamdaki bütün bozuklukları çıkarttım...
Ama o avcumdaki paralarla ilgili değildi...
Gülümseyerek gözlerimin içine bakmayı sürdürdü...
Ben para vermek için ısrar ettim...
O da kendi avucundakileri bana uzattı...
Yuvarlak yüzündeki gamzeler şimdi daha çok çukurlaşmıştı. Başını okşadım, sarı saçları toz toprak içindeydi...
Elini başına götürüp alnının sol tarafını gösterdi...
O zaman orada bir şişkinlik olduğunu farkettim...
Dertlerini dökecek kadar yakın dost olmuştuk artık...
Sonra battaniyenin altındaki ayaklarını çıkarttı...
Belli ki kirli ayaklarıyla ilgili şikayetleri de vardı...
Bir anlatabilseydi...
"Ahh yavrum!" diyen merhamet dolu bir ses duydum...
Bir başka anne bizi dinliyordu. Elinden tuttuğu temiz giyimli çocuğuyla arkamızda durmuştu...
Dilenci çocuk elindeki bozuklukları diğer çocuğa uzattı...
O böyle görmüştü çünkü... Başkalarının merhametle ona verdiğini o da sevgiyle paylaşmak istiyordu...
Ama çocuk oralı olmadı...
Bütün bozuklukları önündeki battaniyenin üzerine bıraktım...
O da ellerindekileri oraya bıraktı...
Not defterime yazdıklarımı görebilmek için ayağa kalktı...
Ne olduğunu bilmediği şeylerle uğraşmayı görev edinmişti çünkü...
Ayrılırken yüreğimdeki ezikliği belli etmemek için gülümsemeye devam ettim...
Ama artık o gülümsemiyordu...
Hüzünlü gözlerle baktı arkamdan...
Kalan ben olsaydım, o bırakıp gitmezdi diye düşündüm uzaklaşırken...