27 Mayıs 2008 Salı

Alaçamlı nine...

“Annem huysuzdur. Onunla geçinebilirsen kira istemem” demişti oğlu…
Benzin doldurduğu arabanın depo kapağını özenle kapatırken…
Fazla istekli de görünmüyordu.
Ev sahibimin vukuatlarımı ona abartarak anlattığını sonradan öğrendim...
Sütten çıkmış ak kaşık değildim elbette…
Okul arkadaşlarımın sık ziyaretleri ev sahibimin canına tak etmişti…
Hele bir gün bizi iskambil oynarken görmesi bardağı taşıran son damla olmuştu.
Anadolu’da öğrenci adamın arkadaşlarıyla toplanıp, “Kumar!” oynaması toplumsal itibarının sıfırlanması anlamına gelirdi… Bizi suçüstü yapan ev sahibim, arkadaşlarımı kovup, benim de bir an önce evini terk etmemi tembihlemişti.
Bu şartlarda Rahmi Amca’nın yaşlı annesine katlanmak ödül gibiydi… Üstelik kira da vermeyecektim. Sıra arkadaşım olan oğlundan torpilliydim çünkü…
Hemen eşyalarımı toplamaya koyuldum…
Zaten bütün eşyam bir yazı masası, kitap, defter, bir piknik tüpü, birkaç parça bardak, tabak, bir de yataktan ibaretti.
“Büyük hicreti” pazar yerinden kiraladığım hamal arabasıyla gerçekleştirdim…
Medrese Aralığı’ndan, Gazipaşa’ya gitmemiz yaklaşık 15 dakika sürmüştü…
Evin alt katını Alaçamlı Nine’yle paylaşacaktım…
Eşyalarımı indirirken mutfak perdesinin arkasından bir çift gözün beni takip ettiğinin farkındaydım…
Üzerimdeki düşmanca bakışlara aldırmadan dairede bana ayrılan odaya yerleştim. Alaçamlı Nine ise mutfak bölümünde kalıyordu. Her karşılaştığımızda kaşlarını çatıyor, bana İşgalci gözüyle bakıyordu…
Kendisi olmaya cesareti yoktu. Hem çocuk kısmına güler yüz göstermeye gelmez, yüz verdin mi astarını da isterdi.
Onun ön yargılarını yıkmamın çok zor olacağını daha ilk günden anlamıştım. Ama inatçı ve sabırlı olmaya da kararlıydım…
Her gönüle girecek bir kapı mutlaka vardı…
İlk baskını bir gece yarısı gerçekleştirdi…
Okul arkadaşlarımla toplandığım odada sigara dumanından göz gözü görmez haldeydi. Anadolu gelenekleriyle yoğrulmuş bir ev sahibi olarak kimseye “Durun, susun!” diyecek yüzsüzlüğü yapamıyordum. Ama kabak benim başıma patladı…
Gürültümüzden bir türlü uykuya dalamayan Alaçamlı Nine tek silahı olan bastonuyla “Geberesicelerrrrr!” diye taaruza geçmişti…
Tabi ev sahibi olarak da ön safta düşman (!) karşısına çıkmak bana düşmüştü… Omzuma indirdiği baston bir hayli canımı yaksa da boynuna sarılıp özür dilemek ve yanaklarından öpmekten başka seçeneğim yoktu…
Ama Alaçamlı Nine öyle kolay kolay yelkenleri suya indirecek biri değildi.
Ben de “Birkaç hamlede denize dökülecek kadar dirençsiz düşman!” sayılmazdım…
Er geçe zafere ulaşacaktım…
Bir gün eve geldiğimde karşılaştığım manzara beni hayrete düşürdü.
Bulaşıklarım yıkanmış, odam süpürülmüş ve havalandırılmıştı.
Şaşkınlık içinde kimin yaptığını tahmin etmeye çalışırken mutfağın kapısı açıldı.
“Yavrum o evin pisliği neydi öyle? Temizleyene kadar canım çıktı!” diye sitem etti nine.
Kulaklarıma inanamıyordum. Bu barış hamlesini karşılıksız bırakmamalıydım. Hemen koşup boynuna sarıldım, yanaklarından öptüm…
Bir yandan minnetimi belli ederken diğer yandan da benim için kendisini yormaması konusunda sitemde bulundum…
Gerçekten de iş göremeyecek kadar yaşlıydı.
Sol ayağı sakat olduğu için yürürken o yana devrilecekmiş gibi sendelerdi. Çoğunlukla aynı elbiseleri giyse de temizliğine büyük özen gösterirdi. Küçük olan boyu kemiklerinin çekilmesiyle iyice küçülmüştü. Abdest alırken lavaboya yetişmediği için yere koyduğu leğende yıkardı ayaklarını. O gün ilk kez yüzüne o kadar yakından ve o kadar uzun süre baktım.
Kına yaktığı kızıl saçları gözlüklerinin çerçevesiyle aynı renkteydi...
Yüzündeki nurlu hatlar, acılarının nakşedildiği bir seccade gibiydi. Gösterdiğim sevgi ve yakınlığa karşılık vermemek için öz benliğiyle savaştığının farkındaydım. Bir sıcak gülümseme bir tatlı bakış bütün prangalarını kırmıştı.
Sımsıkı sarıldı bana, öptü öptü öptü…
Son kale de düşmüş, büyük fetih gerçekleşmişti…
O günden sonra Alaçamlı Nine’yle aramızda dillere destan bir dostluk başladı…
Bana karşı yüreğindeki sevgisini cömertçe sergilemekte hiçbir sakınca görmüyordu. Okuldan dönüş saatlerimde camın önünde yolumu gözlerdi. Çoğu zaman anahtarımı kapıya sokamadan otomatiği açar beni daire kapısında karşılardı… İki yıl boyunca dünyanın en mutlu ninesi ve torunu olarak yaşadık…
Lise bitmişti üniversiteyi kazanmama sevindiğinden çok gidecek olmama üzüldüğünü biliyordum.
Ama artık yollarımız ayrılıyordu.
Beni yanına oturttu. Nasihatlerini saygıyla dinledim. Sonra beline bağladığı kesesini çıkarttı… Bütün parasını bana uzattı…
“Gurbete çıkıyorsun lazım olur” diye diretti…
Elime sıkıştırmaya çalıştığı kağıt parçalarının ne kadar değerli olduğunu o anda sadece ben anlayabilirdim.
Herkesin taş sandığı yaşlı kalbinin nasıl bir pırlantaya dönüştüğünü gördüm avuçlarında…
Çok yoksuldu…
Kabul edemezdim…

Zaten onun sevgisinden 2 yılda büyük bir servet yapmıştım kendime…
Gözlerimdeki yaşlara engel olamadım.
İkimiz de ağlıyorduk…
Kapıdan çıkarken arkama bakacak cesaretim yoktu…
Bir zamanlar perdenin arkasından beni takip eden öfke dolu gözlerin şimdi sevgiyle ıslandığını biliyordum…



Sonunu merak edenler için not: Her Samsun’a gidişimde ziyaret ettiğim Alaçamlı Ninem 2002’de Hakkın rahmetine kavuştu. Mekanı cennet olsun…

2 yorum:

Yasemin Yıldırım dedi ki...

Bu blogu her okuduğumda dolan göz pınarlarım artık bıraktı kendini bir damla yaş, şu an sol yanağımdan aşağı kayıverdi.

Adsız dedi ki...

Söylenecek söz bulamıyorum... Eline, yüreğine sağlık Çenan...