5 Mayıs 2008 Pazartesi

Geçmiş zaman olur ki...

Futbol topunun yeşil dolarlara değil, siyah balçığa bulandığı dönemlerdi...
Radyonun etrafına toplanırdık...
Radyo dediysem öyle bugünkü gibi narin bir şey hayal etmeyin...
Kütük gibiydi... İki kişi yerinden zor kaldırdığı için onu meclise getirmek zahmetli işti, o yüzden biz ayağına giderdik...
Genelde pilleri zayıf olduğu için sesi fazla çıkmazdı, kulaklarımızı ön yüzündeki tırtıklı demir muhafazaya dayardık... Ancak böyle yaptığımızda söyleneni duyduğumuzdan emin olurduk...
Boru gibi şeffaf kılıfın içine konulan 6 büyük pille çalışırdı... Artı ve eksi kutuplarındaki metal parçalar yerlerinden kaydığından sürekli susardı, biz de yeniden konuşması için yumruğu tepesine indirirdik...
O zamanlar her yerde Karadeniz efsanesinden söz edilirdi...
Biz de aileden Trabzonsporluyduk...
Spiker, "Burası Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Çukurova, Kısa Dalga Türkiye'nin sesi radyosu" dediği zaman bir alkış repliği duyulur, "Şimdi Türkiye Birinci Futbol Ligi müsabakalarının naklen yayınına geçiyoruz" anonsunun ardından heyecanımız tavan yapardı...
Saatlerimizi güneşe değil, naklen yayın programına göre ayarlardık...
Merkezdeki spiker araya girip "Şimdi mikrofonlarımız Trabzon'da" dediğinde bilirdik ki Karadeniz Fırtınası kasırgaya dönüşmüştür...
En çok Necati Karakaya'ya uyuz olurduk... "Ali Kemal demarke vaziyette topla buluştu..." diye başlayan cümleler uzar giderdi. Necmi'nin golü attığını haber verene kadar hepimizi depresyona sokardı...
(Bir hatırlatma: Yıllar sonra Necati Karakaya ile tanışma fırsatı bulduğumda, değişen hiç bir şey olmadığını gördüm. Ayın Altın Adamı Yarışması'nın her toplantısında mutlaka o sonu gelmez sorularını soruyor. Jüri üyelerinin bir çoğunun bu yüzden yarışmayı terkettiği biliniyor. Memorial Hastanesi doktorlarının da ertesi günkü meaisine geç kaldığı söyleniyor. Hastane de bu yüzden sponsorluktan çekilmiş...)
Sonra televizyonla tanıştık...
O zaman Yılmaz Erdoğan'ın Vizyontele'sindeki manzara bizde vücut bulurdu...
Sürekli karıncalı olan görüntüyü düzeltebilmek uğruna verilen çabalar bugün gibi gözümün önünde...
Bir kişi ekranın karşısında bekler, diğeri dış kapının üzerinde durur, üçüncü kişi de dama çıkardı...
Damdaki antenle mart kedisi gibi turlarken, televizyonu izleyen dış kapıdakine umumi manzarayı haber verir, o da bunu anten bekçisine ulaştırırdı...
İlhamını Cengizhan'ın haberleşme teşkalitından alan bu çalışma bazen saatler sürerdi... Hakem bitiş düdüğünü çaldığında bile bu mücadelenin sürdüğü zamanlar olurdu..
Almanya, Avusturya, Macaristan, İngiltere hezimetlerini yaşadığımız dönemler de o günlere rastlar...
Türk filmlerindeki gibi sevdiği kızın babasından dayak yiyen aşık gence benzerdik...
Dövüldükçe duygularımız şahlanırdı...
O yüzden dış tehditlere karşı tek vücut olurduk...
İçimizdeki "İrlandalılar" da yoktu...
Bir futbol topu alabilmek için 15-20 kişi bir araya gelip para toplardık...
"Maçlardan sonra dikişlerini yağlayın" talimatına da harfiyen uyardık...
Şimdiki toplar da çok değişti... Yağlama yöntemleri de tabi...
"Biz farklı dünyaların insanıyız" gerçeğini kabul etmek zorunda kaldık...
Topumuz da ne yazık ki sermayeye yar oldu...

1 yorum:

petit dedi ki...

Biz futbolu, gece 4 bir yanı ışıklı, süslü statlardaki sırtında isim yazan süper yıldızları seyrederek değil, gündüz sıcağında Kapalı'nın gölgesinde takılan Prekaziler'i takip ederken sevdik.