
Yumruklaşma bitmiş, bağrışmalar, itiş-kakışlar, küfürleşmeler sürüyordu...
Müzik aletleri yere serilmiş, kumbaradan dökülen bozuk paralar etrafa saçılmıştı...
40 yaşlarındaki iyi giyimli, gözlüklü adam kavga edenlerden birine sımsıkı sarılmış hem saldırıya geçmesine engel oluyor, hem de çekip gitmesi için iknaya çalışıyordu.
Kavganın tarafı olan diğer adam sandalyesinde perişan halde soluklanmaya çalışıyordu.
Elindeki su şişesini ona uzatan Roman kadın, "Abim su iç de rahatla. Arkadaşsınız, birlikte çalışıyorsunuz? Niye böyle yapıyorsunuz" derken "Görme özürlü" olduklarını hissettirecek bir gaf yapmamak için sözlerini özenle seçiyordu.
Ben de bu sırada çiçekçi Roman kadını inceliyordum...
Teninin renginden daha esmer olan ayaklarındaki nasırlar, verdiği çetin hayat mücadelesinin nişanları gibiydi...
Osman Hamdi'nin meşhur tablosundaki Kaplumbağa Terbiyeci'sinin ayakları belirdi hayalimde...
Bu tabloya bakarken 7 yıl geriye gittim.
Yakuplu'daki Roman mahallesinde şarampole yuvarlanan otobüsten fırlayan yaralıları hastaneye taşıyan çingenelerin gayretli çalışmasını hiç unutamam...
O zaman belediye Roman vatandaşlarımızı oturdukları değerli araziden çıkartmak için uğraşıyor, biz de çingenelerin haklarına sahip çıkmaya çalışıyorduk...
Haberi gazetemde, "İnsanlık Romanı" diye duyururken, farklı bir yaratık muamelesi gören bu insanların da duygularının, yüreklerinin, hissettiklerinin bizden farklı olmadığını anlatmaya çalışmıştım.
Sonra çingenelere ilişkin bir başka hatıra geldi aklıma...
Mahallede çocukların taşa tuttuğu kağıtçı kızın çaresizliği..
Elleriyle suratını sakınmaya çalışırken, başına isabet eden taş nasıl da yüreğimi kanatmıştı...
Evet üstleri başları kir-pas içindeydi... Elbiseleri yırtık-pırtıktı... Ayakları çoğu zaman çıplaktı... Pis kokuyorlardı... Ama onlar da en az bizim kadar insandı... Atılan taş onların da başını yarıyor, canını yakıyordu...
Basma eteğinin üzerinde kirden rengi griye dönüşmüş beyaz bir hırka vardı, içinde mavi-siyah, çiçekli bir gömlek... Başındaki haki yeşil eşarp ise sefalet abidesini tamamlıyordu...
Çiçek satmanın çingenelere neden bu kadar yakıştığını o zaman farkettim ilk kez.
Bunları düşünürken iyi giyimli, gözlüklü adamın yatıştırmaya çalıştığı işitme ve görme özürlü adamın eşi, kocasının kaybolan kulaklığını arıyordu...
Üzerinde pembe tişört, altında siyah bir kumaş pantolon vardı. 45 yaşlarındaki kadının başı sağ omuzuna düşmüştü. Sanki boynu kafasını taşımaktan yorulmuş gibiydi...
Hem kulaklığı arıyor, hem de "Bulamıyorum" diye sızlanıyordu...
Kavganın diğer çephesinden sataşma geldi...
"İnşallah bulamazsın..."
Bu sırada yerlere saçılmış bozuk paraları toplayıp tahta kumbaraya koyan Roman kadın, işini bırakıp yeniden onları yatıştırmak için araya girdi...
"Abicim uzatmayın ne olur. Biz de işimizin gücümüzün başına dönelim...."
Sandalyede oturan adam haksız yere saldırıya uğradığını anlatmaya çalışıyordu...
"Bu benim evimi arıyor, çoluk çocuğumu arıyor, rahatsız ediyor. Kendi çoluk çocuğunu bana karşı kışkırtıyor..."
Onun bu sözlerine kulaklığı arayan kadından küfürlü bir tepki geldi...
Roman kadın yine araya girdi...
"Sen bayansın ortalığı karıştırma!" diye çıkıştı...
Sonra sandalyede oturan adama döndü, "Sen de müziğine başla. Çalmaya başlayınca ortalık yatışır. Sen ağırbaşlı adamsın..."
Adam, "Yapan eden kendisi sanki ben yapıyorum" cevabını verdi...
İsminin Ethem olduğunu öğrendiğim diğer özürlü adam ise hala gözlüklü, takım elbiseli adamın kontrolünden çıkıp saldırıya geçmek için fırsat kolluyordu...
Bunu başaramayacağını anlayınca da son kozunu oynadı.
"Dinle bak bana nasıl küfür ediyor" diyerek montunun iç cebinden çıkarttığı teybi takım elbiseli genç adamın kulağına dayadı...
Adam ciddiyetle onun isteğini yerine getirdi.
Çok fazla bir şey anlamasa da ortamın yeniden gerilmesini istemeyen adam,
"Sen haklısın ama..." diye söze başlar başlamaz Ethem beklediği desteği bulmanın cesaretiyle taaruza geçti...
"Ben bu herifi öldürmeyip ne ne yapayım! Öldüreceğim ben bunu, yaşatmayacağım" diye haykırıyordu...
Sandalyede oturan diğer adam endişeli...
"Etrafta polis yok mu kardeşim bir polis çağırın" diye istekte bulundu...
Kimsenin oralı olmadığını görünce olanca gücüyle bağırmaya başladı...
Polissssssssssss! Polissssssssssss! Polissssssssssss!
İyi giyimli genç adam bir eliyle çantasını korumaya çalışırken, diğer eliyle de Ethem'i kontrol ediyordu.
"Yapmayın böyle. Ben üzülüyorum. Yapmayın" diye yalvardı...
Mecidiyeköy otobüs duraklarına doğru sel gibi insan akıyor...
Çoğu kimse ne olup bittiğini merak edip başını bile o yana döndürmüyordu.
"Buldum buldum" diyerek kulaklığı bulmanın sevincini yaşayan Ethem'in eşine yaklaştım.
"Ablacım haklı olsanız da kavgayı uzatmanız iki tarafa da bir şey kazandırmaz. Mağdur olduğunuza inanıyorsanız, devletin kolluk güçlerine başvurun. Bu şekilde haklıyken haksız duruma düşersiniz" dedim.
Aslında konunun ne olduğunu bildiğim de yoktu. Sadece barışa katkıda bulunmak istemiştim.
Şimdi yakınma sırası Roman kadına gelmişti. 40 yıldır tanışıyormuşuz gibi hiç tereddütsüz yanıma yaklaştı...
"O kadar millet seyretti. Bak kolum morardı. Sepetim çiçeklerim aşağıda kaldı... Ethem abiye yardımcı olup karşıya götürdüm... Bu adam yalan söylüyor. Teypteki küfürleri internetten indirmiş. Bu öyle bir adam değil. Küfür etmez, saldırmaz, efendidir."
Sandalyede oturan, "Ses benim değil" diyerek destek verdi Roman kadına...
Bu sırada görme özürlü Ethem ve eşi evine dönmeye razı oldu.
Bunun bir taktik olmadığından, geri dönüp yeniden saldırmayacaklarından emin olamayan iyi giyimli adam, onlara refakat etti...
Düşmanının gittiğinden emin olan sandalyedeki adam böbürlenmeye başladı...
"Manyak bir de karısıyla gelmiş... Yiyeceği dayak varmış, yedi gitti..." diye övündü...
Ethem ve eşini uzaklaştıran genç adam geri döndü...
Benim yaşananları not aldığımı görünce,
"Gazeteci misiniz?" diyerek tanışma isteğini belli etti.
Nisan ayında 30 dereceyi bulan sıcağın da etkisiyle, cebelleşmekten yüzü pancar gibiydi.
"Adım Remzi Nişan" dedi...
Gülümsemesinden olup bitenlere hala inanamadığı, her şeyin bir şaka gibi geldiği belliydi.
Sonra kendisini tanıtmayı sürdürdü...
"Şirinevler'de gömlek toptancısıyım. Buradan geçerken kavgaya rastladım, ayırmaya çalıştım. Ben bunlara çok üzülüyorum."
Ben gösterdiği insani tavrı överken, ona toplumda her zaman aşağılanan Roman kadının herkesten daha çok destek verdiğini hatırlattım...
"Çok haklısın ben hiç o gözle bakmadım" dedi...
"Mutlaka dükkanıma beklerim. Birlikte bir çay içeriz" şeklindeki davetinin ardından bana kartvizitini uzattı.
Ben ona "Güle güle!" derken biraz daha kalacağımı belirttim.
Bu Roman'ın sonunu merak ediyordum...
Mecidiyeköy otobüs duraklarına giderken çoğu zaman bir bozukluk atarak dilenci muamelesi yaptığımız görme özürlü insanların şarkısını ilk kez bu kadar çok dinlemek istiyordum.
Roman kadının da yardımıyla tezgahlar yeniden toplandı...
Akordu bozulan sazlar yeniden düzenlendi...
Sandalyeye oturan adam orgunu tıngırdatmaya başladı...
O ana kadar pek ortalıkta gözükmeyen kadın migrofonu eline aldı...
O da görme özürlüydü... 40 yaşlarında zayıf, küt saçlı, güneş yanığı bir teni vardı...
Sağ elini şakağına dayadı...
Düşünceli, üzgün, kaygılıydı...
Org çalan adam sürekli aynı notayı tekrarlayıp, solistin şarkıya girmesi için işaret verdi...
Kadın belki de ömrünün en içli şarkısını okumaya başladı...
"Elele tutuşup gezdiğim anı...
Unutursun diye çok korkuyorum...
Başka bir sevgili bulur da beni...
Unutursun diye çok korkuyorum..."
Elbette hepimizin hayatta korkuları farklıydı...
Fakat yaşadığımız acılar, coşkular, öfkeler, aşklar aynıydı...
Sonra çingenelere ilişkin bir başka hatıra geldi aklıma...
Mahallede çocukların taşa tuttuğu kağıtçı kızın çaresizliği..
Elleriyle suratını sakınmaya çalışırken, başına isabet eden taş nasıl da yüreğimi kanatmıştı...
Evet üstleri başları kir-pas içindeydi... Elbiseleri yırtık-pırtıktı... Ayakları çoğu zaman çıplaktı... Pis kokuyorlardı... Ama onlar da en az bizim kadar insandı... Atılan taş onların da başını yarıyor, canını yakıyordu...
Basma eteğinin üzerinde kirden rengi griye dönüşmüş beyaz bir hırka vardı, içinde mavi-siyah, çiçekli bir gömlek... Başındaki haki yeşil eşarp ise sefalet abidesini tamamlıyordu...
Çiçek satmanın çingenelere neden bu kadar yakıştığını o zaman farkettim ilk kez.
Bunları düşünürken iyi giyimli, gözlüklü adamın yatıştırmaya çalıştığı işitme ve görme özürlü adamın eşi, kocasının kaybolan kulaklığını arıyordu...
Üzerinde pembe tişört, altında siyah bir kumaş pantolon vardı. 45 yaşlarındaki kadının başı sağ omuzuna düşmüştü. Sanki boynu kafasını taşımaktan yorulmuş gibiydi...
Hem kulaklığı arıyor, hem de "Bulamıyorum" diye sızlanıyordu...
Kavganın diğer çephesinden sataşma geldi...
"İnşallah bulamazsın..."
Bu sırada yerlere saçılmış bozuk paraları toplayıp tahta kumbaraya koyan Roman kadın, işini bırakıp yeniden onları yatıştırmak için araya girdi...
"Abicim uzatmayın ne olur. Biz de işimizin gücümüzün başına dönelim...."
Sandalyede oturan adam haksız yere saldırıya uğradığını anlatmaya çalışıyordu...
"Bu benim evimi arıyor, çoluk çocuğumu arıyor, rahatsız ediyor. Kendi çoluk çocuğunu bana karşı kışkırtıyor..."
Onun bu sözlerine kulaklığı arayan kadından küfürlü bir tepki geldi...
Roman kadın yine araya girdi...
"Sen bayansın ortalığı karıştırma!" diye çıkıştı...
Sonra sandalyede oturan adama döndü, "Sen de müziğine başla. Çalmaya başlayınca ortalık yatışır. Sen ağırbaşlı adamsın..."
Adam, "Yapan eden kendisi sanki ben yapıyorum" cevabını verdi...
İsminin Ethem olduğunu öğrendiğim diğer özürlü adam ise hala gözlüklü, takım elbiseli adamın kontrolünden çıkıp saldırıya geçmek için fırsat kolluyordu...
Bunu başaramayacağını anlayınca da son kozunu oynadı.
"Dinle bak bana nasıl küfür ediyor" diyerek montunun iç cebinden çıkarttığı teybi takım elbiseli genç adamın kulağına dayadı...
Adam ciddiyetle onun isteğini yerine getirdi.
Çok fazla bir şey anlamasa da ortamın yeniden gerilmesini istemeyen adam,
"Sen haklısın ama..." diye söze başlar başlamaz Ethem beklediği desteği bulmanın cesaretiyle taaruza geçti...
"Ben bu herifi öldürmeyip ne ne yapayım! Öldüreceğim ben bunu, yaşatmayacağım" diye haykırıyordu...
Sandalyede oturan diğer adam endişeli...
"Etrafta polis yok mu kardeşim bir polis çağırın" diye istekte bulundu...
Kimsenin oralı olmadığını görünce olanca gücüyle bağırmaya başladı...
Polissssssssssss! Polissssssssssss! Polissssssssssss!
İyi giyimli genç adam bir eliyle çantasını korumaya çalışırken, diğer eliyle de Ethem'i kontrol ediyordu.
"Yapmayın böyle. Ben üzülüyorum. Yapmayın" diye yalvardı...
Mecidiyeköy otobüs duraklarına doğru sel gibi insan akıyor...
Çoğu kimse ne olup bittiğini merak edip başını bile o yana döndürmüyordu.
"Buldum buldum" diyerek kulaklığı bulmanın sevincini yaşayan Ethem'in eşine yaklaştım.
"Ablacım haklı olsanız da kavgayı uzatmanız iki tarafa da bir şey kazandırmaz. Mağdur olduğunuza inanıyorsanız, devletin kolluk güçlerine başvurun. Bu şekilde haklıyken haksız duruma düşersiniz" dedim.
Aslında konunun ne olduğunu bildiğim de yoktu. Sadece barışa katkıda bulunmak istemiştim.
Şimdi yakınma sırası Roman kadına gelmişti. 40 yıldır tanışıyormuşuz gibi hiç tereddütsüz yanıma yaklaştı...
"O kadar millet seyretti. Bak kolum morardı. Sepetim çiçeklerim aşağıda kaldı... Ethem abiye yardımcı olup karşıya götürdüm... Bu adam yalan söylüyor. Teypteki küfürleri internetten indirmiş. Bu öyle bir adam değil. Küfür etmez, saldırmaz, efendidir."
Sandalyede oturan, "Ses benim değil" diyerek destek verdi Roman kadına...
Bu sırada görme özürlü Ethem ve eşi evine dönmeye razı oldu.
Bunun bir taktik olmadığından, geri dönüp yeniden saldırmayacaklarından emin olamayan iyi giyimli adam, onlara refakat etti...
Düşmanının gittiğinden emin olan sandalyedeki adam böbürlenmeye başladı...
"Manyak bir de karısıyla gelmiş... Yiyeceği dayak varmış, yedi gitti..." diye övündü...
Ethem ve eşini uzaklaştıran genç adam geri döndü...
Benim yaşananları not aldığımı görünce,
"Gazeteci misiniz?" diyerek tanışma isteğini belli etti.
Nisan ayında 30 dereceyi bulan sıcağın da etkisiyle, cebelleşmekten yüzü pancar gibiydi.
"Adım Remzi Nişan" dedi...
Gülümsemesinden olup bitenlere hala inanamadığı, her şeyin bir şaka gibi geldiği belliydi.
Sonra kendisini tanıtmayı sürdürdü...
"Şirinevler'de gömlek toptancısıyım. Buradan geçerken kavgaya rastladım, ayırmaya çalıştım. Ben bunlara çok üzülüyorum."
Ben gösterdiği insani tavrı överken, ona toplumda her zaman aşağılanan Roman kadının herkesten daha çok destek verdiğini hatırlattım...
"Çok haklısın ben hiç o gözle bakmadım" dedi...
"Mutlaka dükkanıma beklerim. Birlikte bir çay içeriz" şeklindeki davetinin ardından bana kartvizitini uzattı.
Ben ona "Güle güle!" derken biraz daha kalacağımı belirttim.
Bu Roman'ın sonunu merak ediyordum...
Mecidiyeköy otobüs duraklarına giderken çoğu zaman bir bozukluk atarak dilenci muamelesi yaptığımız görme özürlü insanların şarkısını ilk kez bu kadar çok dinlemek istiyordum.
Roman kadının da yardımıyla tezgahlar yeniden toplandı...
Akordu bozulan sazlar yeniden düzenlendi...
Sandalyeye oturan adam orgunu tıngırdatmaya başladı...
O ana kadar pek ortalıkta gözükmeyen kadın migrofonu eline aldı...
O da görme özürlüydü... 40 yaşlarında zayıf, küt saçlı, güneş yanığı bir teni vardı...
Sağ elini şakağına dayadı...
Düşünceli, üzgün, kaygılıydı...
Org çalan adam sürekli aynı notayı tekrarlayıp, solistin şarkıya girmesi için işaret verdi...
Kadın belki de ömrünün en içli şarkısını okumaya başladı...
"Elele tutuşup gezdiğim anı...
Unutursun diye çok korkuyorum...
Başka bir sevgili bulur da beni...
Unutursun diye çok korkuyorum..."
Elbette hepimizin hayatta korkuları farklıydı...
Fakat yaşadığımız acılar, coşkular, öfkeler, aşklar aynıydı...
Biz ise çoğu zaman bunu göremeyecek kadar kördük.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder