21 Mart 2008 Cuma

Öğretmen..



Çocukken ne kolay becerirdik mutluluklarımızı büyütmeyi...
Her şeyden bir eğlence çıkartma yeteneğimizi yitirdik şimdi...
Tepeden tırnağa pembelere bürünmüş kız çocuğunu izlerken bunları düşündüm...
Burnunu metronun reklam panosuna dayıyor, sonra da soluğunun değiştirdiği metalin renginin eski haline dönüşünü izliyordu....
Buğulu camlara yaptığımız şekiller geldi aklıma...
Ağaçlara nakşettiğimiz çocuk aşklarımız...
Tebeşir aşırıp ilkokolumuzun kaldırımına seksek çizişimiz...
Irmaktan topladığımız renkli taşları kullanırdık bazen bunun için...
Büyüklerimizden hep bir azar işitme ürkekliğimiz olurdu...
Ama hiç bir zaman da yapacağımızdan geri kalmazdık...
Hesapsız yaşamaktı belki mutluluğun sırrı...

Sorduğumuz sorulara bazen büyüklerimiz yüzünü ekşiterek karşılık vermesine şaşırırdık...
"Sen iğne yapıyor musun?" diye söze girdi pembeli çocuk...
Bakışlarıyla kendisini takip eden karşısındaki kasketli, iyi giyimli yaşlı adamdan ürktüğü anlaşılıyordu...
Adam, "Sen iğneden korkar mısın?" diye karşılık verdi...
"Ben iğneden biras kokuyom, sen kokuyo musun?" diye sohbeti ilerletme isteğini belli etti çocuk...
Adamın sözleri metronun ray gıcırtıları arasında uçup gidiyordu...
"Ben seni duymuyorum!" diye yakındı çocuk...
Adam ellerini uzatıp çocuğun yanağını okşadı..
"Ellerin çok soğuk" diye yeni bir şikayet geldi...
Adam cevabı bir çocuğu tatmin edemeyecek kadar büyüktü...
"Elleri soğuk olanın yüreği sıcak olur..."
"Ben öyle söylemiyorum" diyerek pes etmediğini gösterdi çocuk...
Ardından yüz ekşitecek yeni bir soru geldi...
"Sen kaç yaşındasın?"
Adam kaçamak cevap vermeye çalıştı...
"Sen kaça kadar sayı saymayı biliyorsun..."
Bir, iki, üç, dört, bes, altı.....
Adam bu sonu gelmez maceradan pes etmişti...
"77 yaşındayım" dedi.
O ana kadar seyirci kalmayı uygun gören anne söze karıştı...
"Amcanı rahatsız etme yavrum!"
Çocuk yine kabahatinin ne olduğunu anlamamıştı.
Emekli öğretmen olduğunu belirten adam, çocukların bu tür davranışlarına alışkın olduğunu anlatmaya başladı....
Ardından zamane eğitim sisteminden yakınmalar geldi...
Geçmişe özlemleri aslında gençliğini geri istemenin ifadesiydi...
Bugünkü her şeyden dert yandı...
Biraz da anneye yönelik örtülü iltifatlarla süsledi eleştirilerini...
"Babalar hiç ilgilenmiyor çocuklarla... Ben bir çok öğrencimin babasının mezun olana kadar okula uğramadığını bilirim... İyi ki anneler var. Onlar ilgileniyor...
Birinci sınıftaki çocuğa ödev verilmez. Çocuk yorulduğunda başka şeylere yönelir, bunun bir kaçış olduğunu ise ancak usta öğretmenler anlar..."
"Ben öğretmenken 1 satır ödev verirdim"
diyerek bir tesbitini daha anlatmaya koyuluyor...
Ama veliler, "Bir satır ödev mi olur, yanlış anlamışsın" diye düşünüp bunu 1 sayfa yaptırırlardı çocuklara...
Çok gördüm böylelerini...
Onları izleyen pembeli çocuk sohbetin dışında kalmaktan memnun değil...
Şemsiyesini sallıyor...
"Benim şemsiyemi gördün mü?"
Usta öğretmen bir çocuk gibi egosunu tatmin etmenin derdinde...
Çocuğun beklediği ilgiye karşılık vermeye niyeti yok...
"Şemsiyemi gördün mü?" diye çırpınıyor çocuk...
"Bunu ancak tecrübeli öğretmenler anlar" diyor anneye...
Çocuk zıplayarak tekrar tekrar aynı soruyu soruyor...
Sonra öğretmenin dediği gibi...
"Yoruluyor ve başka şeye yöneliyor..."
Şemsiyesinin ucuyla cama şekiller çiziyor...
Yeniden mutlulukla gülümsemeye başlıyor...
İşte o zaman çocuk...
Gözümde o zaman koca bir öğretmen oluyor...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Valla çenan (samimiyetten) tebrik ederim. Abi senin bunu romana dönüştürmen için metro değil de trene mi binmen gerekiyor. Neyi bekliyorsun. Gözlem, analiz, diyaloglar (kendi imalatın değilse veya olsa bile farketmez) tek kelimeyle süper... Filmin başlangıcı gibi hissettim ve yaşadım aynen diyebilirim. Gönüller mi bir ondan mı bilemem ama bana göre süper olmuş. Yolculuğa devam. Bitirme bence bunu. Devam ettirmelisin... Tabii aynı kahramanları bulamazsın belki ama içindeki kahramanları çıkarabilirsin... Gözlerine, kulağına, yüreğine, ellerine sağlık...